Efsane arkeolog Çambel'e veda

Efsane arkeolog Çambel'e veda

Türkiye'nin efsane arkeologlarından Halet Çambel, 98 yaşında hayata veda etti. Eskrimci olarak 1936 Yaz Olimpiyatı'na katılan Çambel, Suat Fetgeri Aşeni'yle birlikte Türkiye'yi olimpiyatta temsil eden ilk kadın sporcuydu.

A+A-

Halet Çambel, Almanya’da askeri ataşelik görevi yapan ve Atatürk ’ün yakın arkadaşlarından Hasan Cemil Bey (Hasan Cemil Çambel) ile dönemin Berlin Büyükelçisi’nin kızı Remziye Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak 27 Ağustos 1916’da Berlin’de doğdu. 1. DünyaSavaşı sonrasında anne babası ile bir süre İsviçre ve Avusturya’da yaşadıktan sonra 8 yaşında dilini çat pat konuştuğu Türkiye ’ye geldi. 
Ortaokul ve liseyi Arnavutköy Kız Koleji’nde, şimdiki adıyla Robert Kolej’de okudu. Sanat tarihi öğretmeninin etkili anlatımı ve İstanbul’un tarihi mekânlarına düzenlediği geziler lise yıllarında onu derinden etkiledi. Bu arada eskrim sporunda ustalaştı ve ardından Paris Sorbonne Üniversitesi’nde arkeoloji okudu.
Eskrimde 1936 YazOlimpiyatları’nda Türkiye’yi temsil etti ve Suat Fetgeri Aşeni ile birlikte olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcu oldu. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde asistan olan Çambel, doktorasını da aynı üniversitede yaptı. 2 yıl Almanya’da Saarbrücken Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra o dönemde Tan gazetesinde çalışan gazeteci-yazar (ve mimar) Nail Çakırhan ile tanıştı ve bir süre sonra evlendiler.
Hitit alfabesini çözdü1950’lerin başında o dönemde Adana Osmaniye’ye bağlı Kadirli yakınlarındaki Karatepe Hitit siti ile karşılaşması kariyerini belirleyici gelişme oldu. Atatürk’ün emri ile başlatılan Hitit tarihi araştırmalarında Çorum Hattuşaş’da binlerce tabletin ortaya çıkmasında görev aldı. Hitit alfabesini çözen ekipte yer aldı. 1946’da Osmaniye’nin Kadirli ilçesindeki Karatepe Höyüğü kazını başlattı. Karatepe’de iki dilli kalıntıları iğneyle kuyu kazarcasına ortaya çıkaran Prof. Dr. Halet Çambel, ömrünü bu hoyüğe adadı. Çambel, eşi Nail Çakırhan ile birlikte bu höyükte bir kulübede yaşamaya başladı. Karatepe Höyüğü, Prof. Dr. Çambel’in girişimleri ile Türkiye’nin ilk açık hava müzesi oldu ve sonra da milli park ilan edildi.
Kadirli’de adına yaptırılmış bir de okul bulunan Prof. Dr. Halet Çambel, höyük çevresindeki köylüleri eğitme ve kooperatifler kurdurma konusunda da uzun yıllar çalışmalar yaptı. İki yıl önce ayağı kırılınca Osmaniye’den daha çok İstanbul’daki evinde yaşamaya başlamıştı. 2005 yılında Hollanda devletinin kültür ve kalkınmaya hizmet edenlere verdiği Prens Claus ödülünün sahibi oldu. Prof. Dr. Halet Çambel’e, Kültür ve Turizm Bakanlığı 2010 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verildi. Çambel, ödülünü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün elinden almıştı.

Halet Hanım Karatepe’de

YAŞAR KEMAL

Halet Çambel’i anlatmak zordur. Onu derinlemesine anlamak zaman ister. Ben onu biliyordum. Kim olduğunu Arif Dino’dan öğrenmiştim. Halet Çambel, Nâzım Hikmet’in, onunla birlikte şiir kitapları yazdığı genç bir şairle evlenmişti. Genç şair Nâzım Hikmet’le hapishanedeydi.
Halet, Toroslar’da bir Hitit kalesi bulmuştu. O kaleyi ona bizim ilkokul öğretmenimiz Ekrem Bey göstermişti. Halet atına binip Kadirli’ye gelip gidiyordu. Bir keresinde karşılaştık, atını tuttu bana bankayı sordu. Önüne düşüp onu bankaya götürdüm. Atını bağlayacak yer uzaktı, atı ben tuttum. Biraz sonra döndü, atı aldı çekmeye başladı. 
“Sen burada ne yapıyorsun?” dedi.
“Öğretmen vekilliği yaptım Bahçe Köyü’nde, sizin Hitit’e çok yakın, o yere düşmüş rüzgâr heykeli mi ne, oralarda öğrencilerimle çiğdem soğanı çıkarıyor, cumartesi pazar çiğdem soğanını sütle pişiriyor, öğrencilerimle yiyoruz. Böylelikle öğrencilerim hastalanmıyor.”
“Başka?”
“Başka şiir, hikâye, roman yazarım.”
“Başka?”
“Ağıtlar, destanlar, Karacaoğlan, Dadaloğlu toplarım. Arif Bey’le, Abidin Bey’le çalışmalarımı çok severim. Onlar sizi de, kocanızı da çok severler. Nazım Hikmet’le kocanızın birlikte yazdığı kitabı Abidin Bey verdi bana.”
“Ne yaptın sen?”
“Okudum, kimseye de göstermedim. Öyle kitapları bizim evde saklamam, komşuda saklanır.”
Tek başına atın üstünde gidip gelmesi o kadar iyi değildir, başına bir bela gelir. O kasabaya hiç olmazsa bir kişiyle gidip gelmeli. Böyle düşünerek onunla ben de, o atlı ben yaya dağa yürürdük. Biraz gittikten sonra o attan indi, atı bana verdi.
“Ata biraz da sen bin” dedi.
“Ben binmem” dedim. 
“Öyleyse ben de ata binmem” dedi. At, ben, o yürümeye başladık. Epeyce yürüdük.
“Ben yürümeyi çok severim, sen ata bin.”
“Binemem.”
“Bineceksin.”
“Ben ata binecek olsam bizim evdeki taya biner seninle gelirdim. Çok güzel bir taydır. Sen ata binmezsen ben buradan kendi köyüme giderim. Kendi köyüme gitmesem de, öğretmenlik yaptığım Bahçe Köyü’ne yarım saatte giderim.”
Ben böyle konuşunca atladı ata bindi, “Haydi yürü bakalım” dedi. Atı eşkin sürdü bana baktı, ben de at gibi eşkin gidiyordum.
“Anladım. Atın başını çekerek yürüyüşü seviyor musun?”
“Seviyorum” dedim. “Şu koca Toros dağlarında gitmedik yer, görmedik ter koymadım. Kadınlardan ağıtlar, âşıklardan destanlar, türküler, masallar topladım. Yürüyerek de yazacağım şiirleri, hikâyeleri düşündüm, ezberledim, işte böyle…”
Çok çabuk vardık surların ötesine. Belki de saray surlarıydı bu surlar.
Halet gülerek, “İş bittikten sonra burada bir saray göreceksiniz” dedi. “Binpınarlı Toroslar’da saray olmaz da ne olur. İnsanlar gelip de burayı mekân edince saray kurmaz da ne yapar.”
Bundan sonra ben çok geldim gittim. Gittikçe ortaya çıkıyordu saray, Toroslara yakışırcasına. Sonradan rüzgâr heykelini de ayağa kaldırdı. Halet sevinç içindeydi, Toroslar’a uygun bir yeni dünya bulmuştu. 
Halet büyük bir ailedendi. Soyunda sadrazamlar vardı. Babası Kurtuluş Savaşı’na katılmış, büyükelçilik yapmış, Avrupa’da çok kalmıştı. Halet, Avrupa’da okumuştu da, İstanbul dilini de en güzel konuşanlardandı.
Birkaç zaman sonra bir baktım Halet’in dili değişmiş, Halet Toros, Çukurova diliyle konuşuyordu. Sanki Toroslar’ın bir köyünde doğmuş büyümüş. Bir de baktım ki Halet bütün köylüleri Halet ablası olmuş. Durumu bozulan, başı belada olan kadınlar geliyorlar. O bölgenin en iyi insanı, en güvenilen insanı, en sevilen insanı. 
Arkeolojide hep toprak altına bakıyorlar. Bunun bir de üstü var. Genellikle arkeologlar toprakların üstlerini görmüyorlar. Halet toprağın üstünü bir insanın gücü yettiği kadar öğrendi, sevdi. Dünyayı anlamak, sevmek nasıl olmalıdır, öğrenmek isteyene onu da öğretti. 
Selçuklulardan bu yana kilim, halı bütün halkın işidir. Nasıl ekin ekiyorlarsa, koyunlara, keçilere, ineklere nasıl bakıyorlarsa kilime de halıya da böyle. Orta Asya’dan gelen Türkmenler kilimlerini de, halılarını da birlikte getirdiler. Kadın ustalar boyalarını da birlikte getirmişlerdi. Cumhuriyete kadar kadınlar kök boyalarını yapıyorlardı. Kendi kök boyalarını yapmayan kadınlar kök boyalarını o işin ustalarından alırlardı.
Anilin boyalar az bir zamanda çabucak dökülür, kök boyalarsa sonuna kadar solmaz. Selçuklulardan kalan kilimler parça parça olsa da solmaz. Bunun için İran anilin boyayı yasaklamıştır. Bizde de Doğu Anadolu’da kadınlar sici denilen otu bulmuşlar. Bu ot uzunca sarı bir ottur. Bu sarı otu önce kazanda kaynatırlar, suyun içinde belli belirsiz bir sarı kalır. O kazana anilin boyayla boyanmış yünleri teker teker atarlar. Bu yünlerle dokunmuş kilimler, halılar da hiç solmaz.
Hitit sarayının karşısında Ceyhan’ın öte yanında Humarlı diye bir köy var, kıyısında da bir arslan heykeli. O arslan heykelini görmeye Ceyhan’ı yüzerek karşıya gittim. Humarlı’ya öğretmenlik yaptığım yıllarda orada birâşığı görmeye birkaç kez gitmiştim. Bizim oralarda köylerin adı değişiyor, Humarlı’nın adı şimdi ne bilmiyorum. Orada da birkaç yaşlı kadın kilim dokuyordu, bunu gördüm. O bölgedeki köylerde kilim dokuyanlar vardı.
Eskiden her evde birkaç kadın kilim, halı dokurdu. Cığcık Köyü’nde aşağı yukarı her kız her kadın kilim dokurdu. Cığcıklılar anilin boya da kullanmazlar, kök boyalarını kendileri yaparlardı. Bir onların kilimlerinin nakışları Türkmen nakışları değildi. Onların yepyeni nakışları dillere destandı. Onların nakışları nerden geliyor kimse bilemiyordu. 
Yıllar sonra İstanbul’da bir kilim sergisi gördüm, Beyoğlu’nda. Ben kilim meraklısıydım. Beyoğlu’na geldim gittim, geldi geldi gittim. Bu kilimler kök boya kilimlerdi. Bu nereden çıkıyor onu da öğrendim. Bu da Halet Çambel’in eseriydi. 
Yeraltını güne çıkarmak Halet’in büyük hüneriydi. Yer üstündeki insanlar da ondan tepyeni bir dünya öğreniyordu. Okuldan kaçan, gönderilmeyen kızları okula gönderiyordu. Halkın içinde o bir büyüydü. 
Kadirli’ye geldiği zaman beni aradı, onu buldum. Kadirli’de park gibi bir bahçe vardı.
“Haydi orada oturalım, konuşalım” dedi.
Parka gittik.
“Biliyor musun”, dedi, “Nail hapisaneden çıktı.”
“Biliyorum” dedim.
“Nereden biliyorsun?”
“Biliyordum. Onun hapisaneye girdiği günleri de biliyordum ya kimseye söylemiyordum. Sana da söylemedim.”
“Nereden biliyorsun?”
“Arif Dino söyledi.”
Gülerek “Amma bela adammışsın” dedi. “Hani bana hikâye okuyacaktın”
O günlerde ‘Beyaz Pantolon’u yazmıştım, okudum. Güzelce dinledi, sevindim. 
“Çok güzel” dedi. “Kimseye okudun mu?”
“Okumadım.”
“Arif Bey’e, Nail’e okusana.”
“Sonra, ötekileri yazınca okuyacağım”.
“Ne bala çocuksun sen” dedi. “Nail’in hapsini de bana söylememiştin”.
(*) Yaşar Kemal/18 Ağustos 2011, M. Melih Güneş’in hazırladığı ‘Halet Çambel ile Buluşma’ adlı kitabından. 

Halet Çambel Aşkı

“Âşık olunabilecek bir kadın. 
Âşık olunabilecek bir kadın çünkü kendisi âşık.
Kime? 
Size, 
Konuşurken sizinle,
gözlerinizin içine, gözlerinden gelen ışıkla aydınlatırken sizi.
Yarına, 
“Gündüz, ne haber?’ diye sorduğunda, 
bildiğini , bilmemezliğin heyecanında ararken.
Düne, 
Yer altında kaybolmusa birikimimizle bizi tanıştırırken.
Bugüne, 
Yıldız tozundan gelen hepimizin
kalıcı geçiciliğinin bilinciyle
Âşık Halet Çambel.”
Gündüz Vassaf, 4 Ağustos, 2011 / RADİKAL

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.