Beyin,Evren,Akıl,Bilinç ve Din Üzerine:Herşeyin Kısa Tarihi

Beyin,Evren,Akıl,Bilinç ve Din Üzerine:Herşeyin Kısa Tarihi

Beynimizin en önemli organımız olduğunu hep duyarız.

A+A-

Geçenlerde ‘Lucy’  diye bir film izledim, başrollerde Scarlett Johansson ve Morgan Freeman oynuyor. Filmde Lucy kazara kendisine verilen bir ilaç sonucu beynini normal insanlara göre daha çok kullanınca çeşitli psiko-kinetik yetenekler kazanır. Bu yeteneklerin arasında etrafındaki olup biten bütün ses dalgalarını duymak, geçmişi her ayrıntısı ile hatırlamak, geleceği kısmen tahmin etmek, hızlı düşünmek ve hızlı hareket etmek gibi olağanüstü şeyler var.

Senaryoya göre, beynimizin ancak yüzde 10’unu kullanıyoruz, daha fazlasını kullanabilirsek yavaş yavaş alışagelmediğimiz bu tür olağan dışı yetenekler kazanıyoruz. Beyin yüzde yüz kapasiteye ulaştığında evrendeki bütün uzay ve zaman perspektiflerine vakıf oluyor ve vücut sınır şartlarından kurtulup evrenin temel enerjisi ile kaynaşıyor.

Benim yaptığım araştırmalar da beynimizin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor ama bunu daha değişik bir açıdan gözler önüne seriyor. Vardığım sonucu en kısa şekli ile şöyle söyleyeyim:beynin işleyişi ile evrenin işleyişi aynı mekanizmaya dayanır. Bana göre bu tesadüfen değil, ancak bir tasarım sonucu olabilir. İleride evren-beyin ilişkisi ve ortak çalışma mekanizmaları daha çok anlaşıldıkça bunun toplum felsefesinden tutun dinlere ve hatta sosyolojik yapıya kadar her şeyi değiştirecek bir potansiyeli ortaya çıkaracağını düşünüyorum.

Bahsettiğim mekanizma ve bunun önemi nedir diye sorarsanız, şunu söylemeliyim. Evreni tasarlayan güç insan beynini de özellikle tasarlamıştır ve bunu bize ‘Yarattığım evren koyduğum kurallar ile Büyük Patlamadan (İngilizcesi Big Bang) bu yana nasıl kendi evrimine devam etmişse, siz de Ey İnsanlar, hayatınızın idamesinde ve toplumsal evriminizde (evrenle aynı mekanizma ile çalışan) beyninizi kullanın’ diyor.

Bugün bu mesajı ortak toplumsal birikimlerimiz, bilimsel veriler ve ikna edici ayrıntıları ile vermektedir,  ancak benzer mesajlar bize eski zamanlardan beri çeşitli şekillerde felsefeciler ve büyük dinler tarafından söylenile gelmiştir. Peki, o zaman neden beynimizi ve onu kullanarak oluşturduğumuz aklımızdan yeterince faydalanıp bugünkü hayatlarımıza şekil vermiyoruz? Yaşama mı küsmüşüz? Tümüyle ölümden sonrasına mı odaklanmışız? Neden bize verilen bu nimeti yeterince kullanmıyoruz? Ve neden hep asırlar öncesine atfedilen bir hayat tarzına özeniyoruz? Tamam, bugünkü ‘eğlence ve tüketim’ merkezli küresel kültürden ve gidişattan memnun değiliz, ama bunun çözümü eskilere gitmekle değil, bize rehber olarak verilen beynimizi ve onun doğal işlevsel mekanizmasını (yani aklımızı) kullanmakla olur. Belki bunun bize bir daha hatırlatılması ve önemini anlayacağımız bir dilde ve unutamayacağımız görsel bir şekilde açıklanması lazım. Umarım bu yazı sizde hatırlatıcı bir kaç kavramsal değişime neden olur. Burada aklın ve onun zamana dağılmış evriminin önemini anlatmağa çalışmakla, yaşadığımız asrın kıymetini ve dolayısıyla eskilere takılmamamız gerektiğini vurgulamak istiyorum. Herkes aklı nispetinde huzur bulur. Makalenin bazı yerlerinde kullandığım kavramların İngilizcesini de yazdığım için bağışlayın, zira sebebi ya o kavram toplumumuzda kullanılmadığından ya da fikirlerimi size aktarmak için kullandığım dilde o tür kavramlara tümüyle denk gelen bir kelimeyi bulamadığımdandır.

Aklın kısa bir tarifini yapmakta fayda var. Bilgisayar dili ile konuşursak, beynimiz elle tutup görebileceğimiz bir altyapı (İngilizcesi ile Hardware), aklımız ise o beynin çalışmasını yönlendiren bilgiler, kurallar ve programlardır (İngilizcesi ile Software). Bilgisayardaki elektronik çipler beynimiz, onu çalıştıran yazınım sistemi de (Windows) aklımız gibi düşünülebilir. Biraz daha açarsak, akıl beynimize kaydettiğimiz detaylı bilgiler, onların arasındaki hiyerarşik bağlantılar ve bu detayları özetleyerek ulaştığımız bir takım soyutlamalar, genellemeler ve sonuçları çıkaran işlevsel bir mekanizmadır. Detaylı bilgilerden yola çıkarak bir sonuca ve karara varırken ki metodoloji ve o kararlarla onları destekleyen bilgilerin arasındaki bağlantılar önemlidir.

Akıldaki bilgilerin hiyerarşik yapısını bir dağa benzetebiliriz. Dağın en tepesindeki nokta alttaki bütün yapı tarafından desteklenir. Tepeye nasıl vardığınızı hatırda tutmanız gerek yoksa tepedeki kararlar, genellemeler ve sonuçlarla onları destekleyen detaylı bilgiler arasındaki bağlantılar kaybolur. Bu duruma düşen kişi tutarsız olur, bildiklerine sahip çıkmaz ve onlara normalin ötesinde bir yoğunlukla hep şüphe ile yaklaşır (çünkü o noktaya nasıl geldiğini unutmuş yani ormanda yolunu kaybetmiştir). Tutarsızlığın ve sebep-sonuç arasındaki bağlantı kopukluğunun sebebi işlevsel (software türü) olabileceği gibi altyapıdaki biyolojik (hardware türü) eksiklikler ya da fazlalıklar da olabilir. Bu mevzuyu detaylı tartışmağa burada pek yerimiz yok, ama yine de tartıştığımız konulara bir metafor olarak yaşanmış bir örnek verebiliriz: kısa dönem hafızanın bulunduğu beynin bir tarafını bir kaza sonucu kaybeden bir İngiliz her yarım saatte kendisine bakan kişiye ‘Seninle tanışmaktan memnun oldum’ diyerek onunla sanki yeni tanışmış gibi hissediyordu. Yani ona kötü bile davranıyorlarsa, yarım saat sonra tümüyle unutuyordu. Böyle bir insanın hayat kalitesinin ve toplumla etkileşiminin ne kadar verimsiz olacağını tahmin edebilirsiniz. Bu kişinin birikimi de olmaz; özgürlüğüne kavuşamayan bazı bireylerin, toplumların ya da ulusların durumları gibi. Başlarına gelen işlevsel taramalardan veya kendilerine kılavuz seçtikleri felsefelerden ötürü hafızalarının birikim kapasitesi düşmüştür ─ mesela bunlar kendilerini sömüren kişilere, paşalara, şeyhlere, sultanlara ve milletlere sık sık ‘tanıştığımıza memnun oldum’ dercesine hep iyi niyet kredisi açmıştır. Biyolojik eksiklik ya da fazlalıkları tamir etmek çok zor olabilir, ama bu tür işlevsel engelleri ortadan kaldırmak bir çaba ile mümkündür. Her insanın, toplumun ve ulusun kendi beyninin işleyiş mekanizmasını mümkün olduğu derecede çalıştırması, gözlemlerden ve detaylı bilgilerden sonuç çıkarması ve o noktaya da nasıl vardığının bilincinde olması gerekir.

Normal şartlarda beyin kapasitemizin sınırlı olması dolayısıyla bütün bilgileri detayları ile hafızamıza kaydetmemiz mümkün değil, o yüzden onları özetleyip soyut bilgiler, genellemeler ya da prensipler olarak hatırlayabileceğimiz bir şekilde kalıcı hafızaya kaydederiz. Evrenle olan benzerliğimizin dışa vurmuş hali olarak doğanın da bu tür soyutlamaları yaptığını görüyoruz. Mesela madde küçücük parçacıklardan (elektron, atom, molekül, vesaire) oluşmasına rağmen, doğa onların detaylarını gizleyip bize maddeyi kapasitemizin algılayabileceği ve hafızaya kaydedebileceğimiz şekilde gösteriyor. Eğer etrafımızdaki eşyaların genel şekillerini değil de ayrıntılarını (yani atomlarını) görseydik o zaman işin içinden çıkamazdık, ömrümüz tek tek atomların hareketini takip ederek geçecekti. O halde doğa bu soyutlamayı yapıyorsa ve bunu yaptığından ötürü hem kendi işlevine ve hem de bize çok yararı dokunuyorsa biz de bu soyutlama yeteneklerini (İngilizcede buna ‘abstraction’ denir) mümkün olduğunca geliştirmeliyiz. Bunu yapmakla hafızamızda daha çok yer açacak, geçmişi daha iyi hatırlayacak, problemlere zamanında bir çözüm (closure) geliştirecek ve zamanımızı ve enerjimizi daha verimli kullanmış olacağız. En basit örneği, restoranda ısmarladığımız yemeğin mutfakta nasıl piştiğini merak etmememiz. Ya da bize çalışan bir kişinin istenilen işi nasıl yaptığını merak etmememiz gibi. Edenler olmuyor değil, ama bunu bir kaç defa yaptıktan sonra terkedir, çünkü bu hareketi her zaman yapmağa ne zamanı ve ne de enerjisi olur. Zaten o kişi o yüzden işe alınmıştır, öyle değil mi?

Bazı meslekler bu soyutlama yeteneğini çok yoğun bir şekilde kullanırlar. Mesela bilim adamları araştırmalarında bu metodu kullanır. Ayrıca kullanmış olduğumuz bilgisayarların ve İnternet’in işleyiş yazılımları (software) bu protokollere göre yazılmıştır. Normalde çok karmaşık olan bilgisayar ve İnternet’in işlevi bu yaklaşımla basite indirilip pratik hale getirilmiştir. Yani aynı doğanın yaptığı gibi, bilgisayar ve İnternet her işlevsel fonksiyonunu katmanlara ayırmıştır ve her katmanın bir işi nasıl yaptığı onun üstündeki katmanlardan gizlenmiştir. Nasıl bir molekül içindeki atomları görmezden geliyorsa, bir madde içindeki atom ve molekülleri gizliyorsa, biz vücudumuzu oluşturan hücrelerin ve etrafımızdaki atomları hareketlerini görmüyorsak, işte İnternet’i oluşturan katmanlar da öyle organize edilmiştir. Belki eskilerin bize söylediği ‘evren katmanlardan (alemlerden) oluşuyor’ demesi de buna benziyor. Kısacası, doğada bir hiyerarşi var ve beynimiz de aynı hiyerarşik mekanizma ile çalışıyor.

Bu katmanlı hiyerarşiyi ve işlevsel mekanizmayı daha önce dediğimiz gibi bir dağ ya da bir piramit şeklini kullanarak izah edebiliriz. Piramidin tepesi altındaki temel üzerine inşa edilmiştir. En tepedeki katmanın ağırlığı alttaki katmanların her noktası tarafından desteklenmektedir. Başka deyişle şöyle de diyebiliriz: en tepe noktasında duran bir kişi bütün etrafı (aşağıyı) görür, her ne kadar yüksekten bakıldığında yerdeki ayrıntılar kayboluyorsa da. İsterseniz tepe noktaya tüm, aşağıdaki katmanlara da bileşenler diyelim. Bunu bilgiye uyarlarsak, tepe noktaya özet (ya da genel bilgi), aşağıdaki katmanlara detaylar diyebiliriz. Detaylar özeti ya da yapılan genellemeyi destekler. Bunu doğa’ya uygularsak, en tepedeki katman gözle gördüğümüz maddeyi, bir altındaki molekülleri, onun altındaki atomları, bir sonraki elektron, proton ve nötronları, ve en alttaki de temel parçacıkları (mezonlar, quarklar, bozonlar, vesaire) içerir. Evren’e uygularsak, en tepedeki katman evrenin tümünü, bir alttaki galaksileri, onun altındaki yıldızları ve böyle devam ediyor ta ki doğa’ya ve oradan da yukarıda saydığımız bileşenlere doğru gider. Kısacası, aşağı gittikçe tümden (genelden) bileşenlere (detaylara) doğru ve aşağıdan yukarıya gittikçe bileşenden tüme doğru sürekli bir ilişki arzediyor. Evrenin ve beynin çalışması ve gelişimi yaratılıştan beri böyle iki yönlü bir işlevsellik (akıllılık) içindedir.

Bu hiyerarşik ilişkinin sebebi tabi ki ilk yaratılışlarındaki temel mekanizmanın da böyle olduğundandır. Yani evren ve beynin işleyiş mekanizması aynı olduğu gibi tarihten bugüne kadarki evrimleri de aynı bu mekanizma ile olmuştur. Bunu iki yıl önce yapılan bir deney destekliyor. Bir insanın beyin hücrelerinin tomografik resimleri ile evrenin süper bilgisayarda yapılmış simülasyonun bugün için tahmin edilen yapısı (resmi) hemen hemen aynı. Galaksilerin gelişmesi, bağlantıları, yoğunluk noktaları aynen beynin bir kesimine baktığımızdaki hücrelerin ve aralarındaki nöron bağlantılarının şekline benziyor. Bu da işlevsel mekanizmaların aynı olmasının yanı sıra evrimlerinin de paralel olarak vukuu bulduğuna işaret eder.

Evrenin ve beynin ilk işlevi homojen bir alandan farklılıkların ortaya çıkması ve fark edilmesi ile başlar. Evrendeki temel parçacıkların (yani enerji ve sınır şartları kendine özgü paketlerin) oluşumu ile bir bebeğin etrafındaki farklılıkları beyne kaydetmesi yukarıda tarif ettiğimiz mekanizma ile olur. Evren hiç yoktan (yani tümden veya homojen bir enerji alanından) başlayıp önce temel parçacıklara doğru gitmiştir (yani piramidin tepesinden aşağı doğru). Sonra bu temel parçacıkların içinden ilişkili ya da benzer özelliğe sahip olanlar “çeşitli senaryolar denendikten sonra” guruplar halinde daha büyük yapılara doğru gitmiştir (yani piramidin altından başlayıp tekrar yukarıya tüme doğru). Elektron, proton ve nötronların gruplanması sonucu atomların ortaya çıkması gibi. Beynin bu mekanizmaya dayalı olarak geliştirdiği aklın gelişmesi de öyle. Bebekler önce etraflarındaki farklılıkları kayda geçirip temel bilgi taşlarını oluştururlar. Beyinde karşılaşılan bütün bilgileri kaydetmek için yeterince hafıza olmadığından bu temel bilgiler arasındaki bağlar tespit edilip “çeşitli senaryolar denendikten sonra” detaylar gruplanıp özet olarak genel sonuçlara doğru gidilir (yani piramidin aşağısından tepesine doğru).

Yukarıda bahsettiğim “çeşitli senaryolar denenmesi” teorik bir deneme anlamına gelir ve bunu bilgisayar dilindeki simulasyon’a benzetiyorum. Simülasyonun sonunda bir karara varılır ve bu karara göre yapılan bir seçimle yeni guruplar (modeller) oluşur. Evrendeki mevcut parçacıklar (modeller) üzerinden yapılan teorik bir deneme (simülasyon) sonucu daha büyük modeller oluşuyor. Beyin bazında ise mevcut bilgiler (modeller) üzerinden yapılan teorik bir deneme (simülasyon) sonucu daha içerikli modeller (genellemeler ya da bilgiler) oluşuyor. Mesela bebekler 10 aylık oluncaya kadar ağızlarından düşen emziğin ya da yiyeceğin aşağıya (yani üçüncü bir boyuta) düştüğünü bilmezler; onun sadece yok olduğunu zannederler. Ama zamanla beyin kendi kendine teorik olarak denediği hayali senaryolarla ve değişik olaylar arasında kurduğu ilişkilerle aslında aşağıya doğru 3.cü bir boyut olduğu sonucunu çıkarır. Oluşan her yeni bir model (bilgi ya da parçacık) karar verici senaryo denemelerinin bir sonucudur. Bu karar vericilik mevcut modellerden daha büyük modeller yapmak için kullanıldığı gibi ilk modellerin (bilgi ya da parçacık) ortaya çıkmasından önceki mekanizmadır.

Bana göre simülasyon işlemi model (madde ya da bilgi) doğurur. Bunu açarsak şöyle diyebiliriz: 1) Etrafımızdaki bütün farklılıklar (küçük ya da büyük; madde ya da bilgi) senaryo denemesi ve yanılması içeren bir tasarım sonucu oluşmuştur. 2)  Senaryo oynatma işlemi (simülasyon) evrendeki ilk farklılıkların (temel parçacıkların) oluşmasından önce de vardı! 3) Modeller büyükten küçüğe ve küçükten büyüğe doğru sürekli iki yönlü bir mekanizma takip eder ve bu iki-yönlü gel-gitler evrendeki hareketin, aklın gelişiminin, öğrenmenin ve kısacası bildiğimiz dinamik varlığımızın ve hayatımızın en temel kaynağıdır.

Bu iki yönlü dinamizm sürekli çalışmaktadır ve evrimsel olarak ta bir noktaya doğru gitmektedir. Şekilsel düşünürsek, evrim ‘bir dağın tepesi ve eteği arasındaki sayısız gel-gitlerin sonucudur’ diyebiliriz. Başlangıç tepe noktasından (yani tümden) başlar ve eteklere (bileşenlere) doğru iner. Yeterli sayıda bileşen oluştuktan sonra tekrar tüme doğru gider. Her tüme varıldığında ulaşılan durum bir önceki başlanılan tümle özdeş olmayabilir. Zamanla orantılı bir değişim söz konusudur. Evren boyutundaki bu değişime ‘evrensel değişim’ diyebiliriz. Bugünkü teorik fizikçiler de bu teorimizi destekleyici tarzda fikirler atıyorlar ortaya. Bazı teorilere göre evren her patlamadan sonra tekrar büzülüp eski noktasal konumuna varıyor ve sonrasında da tekrar patlıyor. Bu teorilere göre her patlamadan sonra evren bir önceki varlığından olan bilgisel birikimini bir sonraki patlamanın devamındaki varlığına taşıyor ve böylelikle evren gittikçe daha akıllı oluyor ve onun sonucu olarak daha mükemmel işliyor. Bütün bu teorilerin ‘evrenin de bir aklı var’ fikrine destek verdiğini düşünebilirsiniz.

İnsan beyni (ve aklı) da dağın tepesi ve eteği arasında gel-git yapmaktadır. Tabi bunun sıklığı kişinin beynini ne kadar sık kullandığına bağlı. Evrenin aksine beyin bu gel-gitleri daha çok sıklıkta yapmaktadır ve her yaptığında bir önceki hipotezlerinden, varsayımlarından farklı bir noktaya varır. Buna da ‘kavramsal değişim’ diyebiliriz. Bir yaşam boyunca defalarca tekrarlanan bu iki-yönlü kavramsal değişikliklerden sonra insan beyni ve aklı gittikçe etrafındaki bütün farklılıkların farkına varmış olduğu gibi kendindeki bu evrimleşmenin de daha da farkına varacaktır. Bunu kendini dışarıdan seyretmek ya da aşağıyı görecek şekilde dağın en üst tepesine varmak (yani kendini ve evreni tanımak) olarak ta tarif edebiliriz. İngilizcede bu farkındalığa metacognition denir (metakagnışın).  Bilgiçlik ve farkındalık anlamı taşır. Belki de Lucy filmindeki kurgusal beyin yüzde yüz kapasiteye ulaştığında evriminin en son safhasına varmış ve evrenle bütünleşmeye giderek tüme varmıştır. İslam ve doğu felsefesinde de buna benzer söylemler duymuşsunuzdur (nirvanaya ulaşmak, vahdet-i vücut olmak vb. gibi...).

Beynin ve evrenin zamanla değişiminin sebebi gittikçe bu farkındalığın en üst bilinç seviyesine ulaşmasıdır. Burada bilinç gibi yeni bir terim kullandık, onu da açıklayalım. Aklı oluşturan yapısal (biyolojik) ve işlevsel bileşenlerin dışında bir de bu bileşenlerin bir araya gelmesiyle bir tümü temsil eden bilinç dediğimiz bir özelliğimiz var. Bilinç yıllar önce Ariston’un dediği ‘bir tüm kendini oluşturan bileşenlerden farklıdır ve toplamından da fazladır’ sözüne tam uyuyor. Yani bilinç beyin organının elektronik devrelerinin tek tek yapısal ve davranışsal analizi ile tam anlaşılamıyor, çünkü bir bütün olarak tahmin edemediğimizden fazla ve ayrı özellikleri var,  bir nevi vücudumuzun hem içinde ve hem dışında olması gibi (ruh).

Evrenin bir tüm olarak davranışları da gözlemlediğimiz özelliklerin ötesine geçiyor. Evreni bileşenlerinden farklı kılan ve açıklayamadığımız özelliklerini sürekli keşfediyoruz. Dolayısıyla insan beyni gibi evrenin de bir ‘tüm’ olarak açıklayamadığımız özellikleri var. Yani, işleyiş tarzlarındaki benzerliklerinin ötesinde insan gibi evrenin de bir bilinci var. Burada evrensel bilinç ile yaratanı kastetmiyorum. Evren de insan beyni de sonradan yaratılmıştır. Son yüz yılda yapılan fizik deneyleri uzaydaki herşeyin (insan dahil) evrensel bir bilinç alanı ile birbirine bağlı olduğuna işaret eder. Buna Kuantum Bilinci denir. Makroskopik düzeyde madde birbirinden ayrı ve kopuk görünüyorsa bile atomik (kuantum) düzeyde birbiriyle bağlantılıdır. İki nesne arasında boşluk olsa bile bu bağlantı devam ediyor. Daha doğrusu, Newton ya da Darwin zamanında inandıkları gibi uzayda boşluk diye bir şey yoktur. Ay ile dünya arasında boş diye bildiğimiz uzay boş değildir. Yaklaşık 60 yıl önce yapılan bir deney buna açık bir şekilde işaret eder. İkiz bir parçacık demeti ikiye bölünüp yarısı doğuya öteki yarısı batıya gönderilir. En son ulaştıkları noktalar birbirinden takriben 20 km uzakta ve aralarında hiç bir bağlantı yok iken bunlardan birisine uygulanan bir dış etki ötekisinde de anında aynı tepkiye neden olmuştur. Bu nasıl olmuştur? Bu ikiz tepkiye neden verecek bir iletişim sinyali bile gitmemiştir ─ zaten böyle bir uyarıcı sinyal bu mesafeyi ışık hızında bile kat edemezdi. Böyle bir sinyalin olduğunu varsaymak ta zaten her şeyin bağlantılı olduğu anlamına gelir. Başka ek deneyler de evrendeki temel parçacıkların açıklanamayan bir özelliğinin olduğunu gösteriyor. Elle tuttuğumuz maddeler aynı zamanda enerji dalgası özelliklerine sahip. Bunu mikroskobik seviyede gözlemek zor çünkü büyük cisimleri temsil eden enerji dalga boyları ölçülemeyecek derecede küçüktür. Ama atom altı parçacıkların dalga boyları hem deneysel olarak ölçülmüş ve hem dalga özelliklerinin olduğu gözlenmiştir. Mesela bir elektronla deney yaptığınızda, siz onu ölçümlerle takip etmezken o bir enerji dalgası gibi davranıyor, ama siz onun yerini ve hızını ölçmeğe kalkıştığınızda apayrı bir davranış (yani bir parçacık gibi) sergiliyor. Şöyle açıklayalım: Bir parçacık duvarda kendi boyutundan küçük bir deliğe fırlatıldığında o delikten geçemediği için geri yansır. Bir dalga ise boyut sınırlaması tanımadan o delikten kısmen geçip öteki tarafa intikal edebilir. Maddeyi bu farklı ikilenimli bir davranışa neyin ittiğinin sebebi henüz anlaşılmış değil, ama iki davranış arasında büyük fark var.

Evrenin bir bütün olarak sergilediği özelliklere gelince, biliyoruz ki evrenin fiziksel olarak merkezi bir beyni ve hafızası yoktur, ama Büyük Patlamadan bugüne kadar evrende ne olup bitmişse onun izleri uzayda dağınık bir şekilde halen mevcuttur. Mesela Büyük Patlamadan (yani yaratılışın başından) sonra uzaya dağılan radyasyonun izleri hala bugün var ve bilim adamları bu radyasyonun miktarını ve niteliğini hem teorilere göre tahmin etmiş ve hem de doğruluğunu ispatlayacak şekilde ölçmüştür. Patlamanın diğer bir izi de galaksilerin konum olarak birbirinden uzaklaşmalarıdır; bu bilgiye de deneysel olarak ulaşılmıştır. Bilginin nasıl ve ne gibi bir ortamda depolanması tamamen göreceli bir olaydır. Eskiden müzik plaklara depolanıyordu, dün disklere, bugün de cep telefonlarına. İnsanın bilgi depolaması beynindeki hücreleredir, evrenin ki ise başka formlardadır. Tabi bilginin depolanması bir aklın ya da bilincin doğması için yeterli değildir. Bilgi depolamasının ya da harekete çevrilmesinin bir yönü olmalıdır, tıpkı bir plaktaki gibi. Biraz önce izah ettiğimiz iki-yönlü gel-git mekanizması evren ve beynin gelişim yönüdür.

Evrimin bir yönünün olduğunu söylemem aslında çok önemli bir iddiadır, çünkü bazı teorik fizikçiler kuantum düzeyinde bir super-simetri olduğunu ve bu simetrinin bozulmasının tamamen gelişigüzel olduğunu iddia ederler. Bu da evrenin bir tasarım sonucu değil de gelişigüzel oluştuğu fikrini verebilir. Halbuki benim bahsettiğim gel-git dinamiği gelişigüzel değildir, belli bir şekilde yönlendirilmiştir, yani tasarlanmıştır.

Evrenle ilgili en son şunu belirttikten sonra geri, yani insana döneceğiz.

Evren birbirinden farklı (bağımsız) temel parçacıklardan oluştuğu gibi ortaya çıkardığı senaryoda da birbirinden farklı uzay ve zaman çerçevelerinin (alemlerin) varlığını sergilemiştir. Şöyle açıklayalım. Bir ışık (foton) alemi, atom alemi, insan alemi ya da galaksi alemi kendine özgü uzay ve zaman derecelerinde vukuu bulur. Bir foton’un (ışık parçacığının) anlamlı bir hareketi nano-saniye gibi bir zamanda ve nano-metre gibi bir uzay boyutunda olur; bir atomu ele alsanız anlamlı bir hareketi micro-metre (uzay birimi) ve micro-saniye (zaman birimi) derecesindedir. Burada nano milyarda bir (1/1000,000,000), micro da milyonda bir (1/1000,000) demek. İnsanın uzay-zaman birimleri ise santimetre ve saniyedir. Mesela, kalp atışımız saniye derecesinde ve hareketlerimiz genelde santimetre ya da metre derecesindedir. Değişik alemlerdeki hareketler göreceli olarak birbirinden çok farklıdır. Oturduğumuz odada kalbimiz saniyede 1 kere çalarken, havadaki atomlar 1 milyon kere başka atomlarla çarpışmış ve bir foton da 1 milyar kere diğer fotonlarla ya da havadaki atomlarla çarpışmış olacaktır. Bir fotonun aleminden bakarsak atomlar da insanlar da yerlerinde donmuş gibi görünürler. Aynı şekilde bizim dünyadan evrene baktığımızda galaksiler sanki donmuş ve hareket etmiyor gibidir çünkü galaksilerin sistem olarak anlamlı bir hareketi Tera-metre ve Tera-yıl mertebesinde olabilir. Burada Tera 1000,000,000,000 demek.

Şimdi insanla evren arasındaki göreceli ilişkiyi biraz daha açalım. İnsan evrendeki parçacıklar ve maddelerden oluştuğuna göre evren fiziki olarak insandan önce yaratılmıştır. Evrenin bilgi depolama gücü ve bu bilgiyi harekete geçirme kapasitesi ve yönü ─ yani farkındalığı tetikleyecek bir bilinci ─ varsa eğer, neden insan gibi paralel bir bilince gerek vardı? Belki bir çok paralel bilinç vardır evrende ve insan en bilinçli yaratık ta olmayabilir. Bunu yine katmanlı hiyerarşiyle açıklamağa çalışalım. Boyutun kısmi bir etkisi olmalı burada. Piramidin (ya da dağın) şeklini göz önüne getirirseniz tabanı büyük tepesi küçüktür ama küçük olan büyüğü içeriyordu. Sonsuz boyutta olan bir evrende olup biteni bir nokta içine sığdırmak isterseniz o zaman işte bizim beynimizin boyutlarında bir beynin ya da bilincin anlamını çıkarırsınız. Madem boyut bir etken, diğer hayvanların beyinleri bizimkinden de küçük olduğuna göre neden onlar bizim kadar akıllı değiller, diyebilirsiniz. Bunu evrenin ‘farklılıklar’ özelliği ile açıklamak mümkün. Hatırlarsanız zaten varlığımızın ve onu anlamamızın ilk temel nedeni farklılıktır, diye başladık. Aynı ya da yakın boyutlarda farklılıklar olması doğal, çünkü aynı boyutta olan fakat 180 derece zıt olan atomlar vardır.

İnsan evrendeki akıllılık listesinin en başında olmazsa bile belli bir yerindedir. Aslında, bence bu perspektif bir insanın evrenle en temel bağını oluşturabilir ─ yani sınırlı bir yaratık olduğumuz ve harikalar zincirinin belli bir yerinde bulunduğumuz gerçeği. Evrenimizde insandan daha akıllı bir yaratık ya da güç olmasının ihtimali yüksektir. Bir karınca akıllılık zincirinde bulunduğu konumunu biliyor ve de ondan daha mükemmel olan başka bir yaratığın (yani insanın) farkında olabilir, ama farkında değilse ve varlığımızı inkâr ediyorsa ya da anlamıyorsa bu insanın var olmadığı anlamına gelmez. İnsanın da kendisinden daha üstün, daha güçlü ve daha bilgiç olan bir güçle ilişkisi de böyle paralellikler içerir.

Şimdiye kadar tarif ettiğim iki-yönlü bilgisel işlevi herkes değişik derecelerde ve yoğunlukta yapıyordur. Eğer insanın yaratılış nedeni aklını ve beynini kullanma beklentisi ise o zaman herkesin kendisine ‘acaba bunu en iyi şekilde yapıyor muyum?’ diye sorması kaçınılmazdır. Hele hele bu zamanda bunu yapmıyorsak, o zaman geçmiş zamanlardaki insanlara haksızlık olur çünkü son 300-400 yıldaki bilim, teknoloji, hukuk, felsefe ve beyin bilimleri konusundaki gelişmeler elimize büyük bir fırsat vermiştir.

Evrendeki değişik uzay ve zaman alemlerini kavrayabilen bir insan, etrafında olup bitenin hepsinin farkında olduğu gibi bu noktaya ulaşırken ki evriminin de farkında olur. Her ne kadar bu imkansız gibi görünse de bilim ve teknoloji sayesinde bir insan kendi uzay-zamanının altındaki ve üstündeki alemleri de yavaş yavaş anlamağa ve hissetmeğe başlamış durumdadır. Bu uzay-zaman çerçevesine (alemine) ve etrafımızdaki farklılıkları isterseniz perspektif diyelim. Bir insan ne kadar değişik perspektiflere sahip ise hareketleri o ölçüde bu perspektiflerden etkilenir. Atomun nasıl hareket ettiğini ve hücrelerin nasıl çalıştığını anlayan birisi etrafındaki şeylere normal bir insandan daha farklı bir gözle bakar. Yani hep piramidin tepesinde durulmamalı ve aşağıya daha detaylı ve daha çok bilgi edinmek için -arada bir- inilmeli. Bilim ve teknoloji bize bunu yapmak için eski insanlara göre daha çok imkan tanıyor.

Bazı uzay-zaman derecelerini anlamak teknoloji gerektirmediği için her insanın en azından bir çaba içinde olması gerek. Mesela insanın zaman birimlerinden birisi 'hayat boyu'dur, yani ortalama 60-70 yıl içinde kayda değer bir hareketinin olacağının (yani öleceğinin) farkındadır. Bu fanilik perspektifine sahip bir insan onu hatırladıkça hareketlerine değişik bir yön verir.

Ama böyle bir perspektif geliştirmeyenler hiç ölmeyecek gibi davranıp hayatlarını ona göre planlar. Çok ilginçtir ki bazı insanlar bundan kendilerini yoksun tutarken, hayvanlar arasında bu perspektife sahip olanlar vardır. Mesela filler bir arkadaşları öldüğünde cenaze törenleri yaparlar. Onların empati yaptıklarına dair gözlemler de yapılmıştır. Hindistan’da filleri ağır işlerde kullanırlar, duymuşsunuzdur. Bir keresinde telefon direklerini önceden kazılmış çukurlara koymak için bir fili kullanmışlar. Hortumuyla koca telefon direğini tutup dikine çukurlara koyuyormuş. Ancak bir an gelmiş fil durmuş ve bir sonraki çukura telefon direğini yerleştirmeyi reddetmiş. Fil eğiticisi ne kadar ısrar etmişse de fil reddetmiş. Bunda bir hikmet var diyen fil eğiticisi gidip çukura bir göz attığında orada uyuyan bir köpek görmüş. Filin köpeği incitmemek için yaptığı bu iyimser hareketi anlamış. Köpek belli süre sonra uyanıp çukurdan çıktıktan sonra fil oraya da bir direk koymuştur. İşte fili bu empatiye ulaştıran perspektiflerden biri ondaki hayatın fani olduğuna dair zihinsel perspektiftir. İnsandaki empati kapasitesi ise çok daha büyüktür.

Etrafımızda gördüğümüz çocuklar bize zafiyetlerimizi hatırlatır, yaşlılar da geleceğimizi. Kendi alanının dışındaki perspektifleri algılayabilen bir insanın hareketleri bu empatiden ötürü başkalaşır. Tabi, başka perspektifleri algılamak düşünmeyi ve beynin çalışmasını gerektirir. İnsanı düşünmeğe iten şeyler genelde tabiatın hayatımıza getirdiği ani değişimler ya da kesintilerdir. Mesela hasta olmak, sevdiğin birini ya da arkadaşını kaybetmek, hapse düşmek birer kesinti olarak düşünülebilir; çocuk sahibi olmak, bir okuldan mezun olmak, işe girmek, yeni bir şehir görmek gibi şeyler de bir başka tür değişim olarak düşünülebilir. Bunlar kadın ve erkek herkesin başına gelebilir ama kadınların hayatındaki aybaşı ve çocuk doğurmak gibi kesintiler periyodik bir şekilde onlara erkeklerin algılayamayacağı perspektifler kazandırmıştır. Bu sebepten ötürü kadınlar aslında erkeklere göre daha merhametlidir. Her kadın böyledir diye genelleyemeyiz. Araştırmalar gösteriyor ki erkekler sadece önündeki ağaca odaklanırken kadınlar bütün ormanı merak ederler, nerede ve nasıl başlayıp bittiğini düşünürler. Bu farklılıklar çocuk yaşta bile görülür, ama yetişkin yaşa gelince erkeklerin fiziksel gücü kadınları ezmiştir ve bu tarih boyunca böyle olmuştur. Fakat içinde bulunduğumuz bilgi çağında, fiziksel gücün yanında bilgiçliğe de değer verildiği için bu denge değişmiştir. Bugün Amerika’da üniversite öğrencilerinin yüzde 60-65’i kadınlardır. Büyük şirketleri yöneten kadın başkanların erkeklerden daha iyi yönetici oldukları, şirkette çalışan elemanlarını daha çok düşündükleri ve onlara daha iyi sosyal haklar verilmesini sağladıkları görülüyor. Bugün dünyanın en büyük ve en önemli Fizik laboratuvarının (CERN, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) başkanı bir kadındır.

Bunları söylerken geniş bir perspektif sahibi olmanın dezavantajları da yok anlamına gelmez. Her şeyden önce daha çok enerji ve çaba ister; insanı bir konuda çokça düşünmeğe ittiği için karar verme mekanizmasını da yavaşlatabilir. Dolayısıyla her şey gibi bu da dengeli bir şekilde yapılmalıdır. Bu denge zaten içinde yaşadığımız şartlarda bize işaret edilmektedir. Mesela insanlar bir arada yaşadığı diğer canlılar sayesinde kendi perspektifini dengeleyecek ek perspektifler kazanır. Erkekler toplumdaki kadınların varlığından ötürü empati geliştirip daha merhametli ve iyiliksever olabilmiş. Çocukların varlığı da onlara bir zamanlar kırılgan olduklarını hatırlattığı için daha az agresif olmayı öğretmiştir. Benim kendi kanaatime göre eğer toplumda kadın ve çocuklar olmasaydı erkekler birbirini çoktan helak etmişti. İki kadının şahitliğini bir erkeğe eşdeğer görenler, kız kardeşin miras payını erkek kardeşinin yarısı görenler ve bir erkeğe 4 tane kadını helal gören zihniyet eski zamanlarda normal karşılanabilirdi çünkü o zaman ki şartlara göre iyileştirici kurallardı. Bugüne uygulanması insan beyninin ve aklının ve hatta evrenin geçirdiği değişimlere hiç uymamaktadır ve bugünün sorunlarına geriye doğru yönelen bir çözüme başvurmaktadır. Bu da her haliyle yanlıştır.

Sonuç olarak söylemek istediğim akıl ve düşünme dediğimiz kapasitemizin ne kadar önemli ve anlamlı olduğudur. Bize verilen en büyük rehber beynimiz ve onun sayesinde geliştirdiğimiz aklımızdır. Allah inancını kazanmak için bir dinden gelmek gerekmez. Bir insan aklını kullanarak değişik perspektifler kazanır ve kendinin mevcut alemler arasındaki yerini iyi anlarsa inanç sahibi olabilir. Vahi gelmezse de bu sonuca ulaşabilir. Bence Yaratan'ın en büyük beklentisi de budur, yoksa belirli bir dinin (sosyal kulübün) üyesi olmamız değil. Kişi kendi bildiği dilde ve formda yaratanı ile iletişimde olabilir ve bunu samimi bir şekilde yapmak huzur verebilir. Aslında akıl ile bugün Yaratan'a ulaşan bir insan belirli bir dine ilgi duyup onun hakkında bilgi sahibi olmağa kalkıştığında o din hakkında söylenenleri öğrendikten sonra ötürü inancını bile kaybedebilir. Bütün dinlerin pratiğe geçirilişinde temelden sapma olmuştur ve zamanla eklenen uydurmalar hür iradesi olan bir insanı aklının alamayacağı ve onu dinden uzaklaştıracağı noktaya getirebilir.

Bir insan Lucy örneğindeki gibi beynini nasıl verimli şekilde kullanılabilir ve de en üst bilinç seviyesine nasıl ulaşır? İşte sorulması gereken soru budur. Buna bağlı olarak şu da sorulabilir: Ne gibi şeyler bunu yapmamızı sağlayabilir? Çok düşünerek, ibadet ederek, yaratanla iletişimde bulunarak, ya da yoga yaparak insanlar eski tarihlerden beri çeşitli yollar denemişlerdir. Çağımızda beyindeki bazı nöro-transmitörlerin (beyin hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan moleküller) sayısı biyolojik olarak arttırılarak beyin kapasitesi arttırılabilir, ama bunların genelde yan etkileri vardır. O yüzden mevcut kapasite (hardware) değişik bir şekilde (software) çalıştırılarak daha çok verim alınabilir. Düşünmeyi içerdiği oranda bu metotlar başarılı olabilir çünkü beynini kullanmış olur kişi. Ayrıca şunu bilmeliyiz ki bilim ve teknoloji evrendeki olup biteni yakınımıza getirdiği için bilgiçliğimize katkıda bulunmaktadır. Mesela uzaydan çekilen dünya resimleri bize değişik bir perspektiften kendimize bakmamızı sağlar ve bunu idrak eden bir insan bu küçücük dünyada ne kadar ipe sapa gelmez ufak hesaplarla vaktini heba ettiği bilincine ulaşır ve davranışlarını ona göre şekillendirir. Bir örnek daha verirsek; bugün biliyoruz ki insan beyninin karar verici kısmı (ön tarafı) 19-21 yaşlarına kadar gelişmez, yani psikolojide yetişkinlik ve çocukluk dönemleri arasında gençlik diye tanımlanan (13-19 yaş arası) beynin bir gelişim safhası vardır. Eskiler bunu bilmedikleri için kızları 9-13 yaşında evlendiriyorlardı. Halbuki o yaşlarda kişinin karar verme mekanizması daha tam gelişmemiştir ve evlilik gibi bir sorumluluğun (daha doğrusu boyunduruğun) altına konulması yanlıştı. Eski çağlarda yaşayanların hepsi bunu bilmedikleri için hatalı davranmıştır. Demek ki Allah’ın akla dayalı insan medeniyetinin gelişmesinde bir planı var ve hayatın anlamı en son peygamber ile de tamamlanmadı. Var olmakta olan dünyanın ve evrenin neden hala devam ettiğini merak ediyorsanız, bilin ki yaratanın bizim ulaşmamızı istediği noktaya henüz gelemeyişimizdendir. Asırlar öncesine özenenler ve model toplumun o çağlarda yaşadığına inanan insanların iki kere düşünmesi lazım. Aslında model toplum bilgi, aklı ve maneviyatı birleştirince ortaya çıkacaktır.

Daha önce dediğimiz gibi hepimiz sınır şartlarımızın ölçüsünde uzay ve zamanın belli bir diliminde yaşıyoruz. Sınır şartlarımızdan biri de içinde yaşadığımız çağın ve parçası olduğumuz aile, kabile ya da milletin kültürüdür. Bugüne kadar hiç bir insanın bütün perspektifleri (yani evrendeki bütün uzay ve zaman dilimlerini) akılda bir araya getirdiğine inanmıyorum. Kainatın efendisi Yaratan’dır ve o bütün alemlerin eğiticisidir. Yaratan güce atfedilen insanvari özellikler bir yanılgıdır. Bir kul olarak, peygamberler de çağlarının, ailelerinin, kabilelerinin ve milletlerinin kültürü ile yoğurulmuşlardır. Yani nefislerinden, vücutlarından ve onları çevreleyen kültürlerinden ayrı düşünemeyiz. Onlar da birer kul olarak kendilerine ait alanda etrafları ile etkileşimde bulunuyordu, nefislerinin istediği şeyleri yapıyordu, çocuk yapıyordu, yiyip içiyordu, tuvalete gidiyordu ve çağlarının sınırlı kapasitesinden de nasiplerini almışlardı. Onları bugünkü normlarda değerlendirmemiz onlara haksızlıktır. Eski çağlarda peygamberler bile insan beyninin 21 yaşına kadar tam gelişemediğini bilmiyordu ve dolayısıyla onları çevreleyen kültürel sınır şartlarının yönlendirmesi ile 9-13 yaşına gelmiş kızlarla evleniyorlardı. Çok kadın ile evlenmek kavramı da aynı. O zamanın kültürüne göre normaldi, ama bizim çağımıza uymaz. Bugün hemen hemen hepimiz çağımızın kültürünün bir sonucu olarak ayrımcılığın temel insan haklarına aykırı olduğunu; baskının yanlış olduğunu, bireysel özgürlüklerin önemini ve de köleliğin ve cariyeliğin yanlış olduğunu biliyoruz. Bu misaller çoğaltılabilir. Ama o çağlarda yaşayan insanların aklından bile geçmeyen kavramlardı bunlar. Akıllarından geçmişse bile o zamanın şartları yüzünden toplumsal düzeyde bir değişime yol açmamıştır. Bugünkü iletişim çağında dünya kültürü 24 saat içinde bile büyük değişime uğrayabilir. Eski çağlarda kabile, ümmet gibi kavramlar önemli iken bugün birey önemli olmuştur. Dolayısıyla o çağlarda etrafında bir ümmet yaratmak ve onu büyütmek o zamanın normal sosyal kavramları idi.

Asırlar öncesi bir hayata ve topluma özenmek yanlıştır. İstatistiksel olarak, bugün bildiğimiz büyük dinler hakkında söylenilen ya da öğretilen şeylerin yarısı doğru değildir,. Mesela, bir dini kontrol aracı olarak kullananlar ona bu iktidarlarını perçinletecek şekilde uydurma kurallar sokmuşlardır. Dolayısıyla, liderlere ve peygamberlere atfedilen bilgilerin, hadislerin ve yorumların çoğu sonradan uydurulmuştur. Bunun yanısıra, peygamberlerin mükemmel olacağını farz ederek onlara yakıştıramadığımız bazı söylemler de gerçek olabilir. Eğer peygamberlerin ümmetleri 'model toplum' olsaydı, o zaman neden peygamberler vefat eder etmez bu ümmetler hemen ihtilafa düşüp savaşmıştır. Onlar model toplum olsaydı, neden Allah hayatın bugüne kadar devamına müsaade etmiştir? Çünkü (evren gibi) insan beyni ve aklın ürünü olan toplumsal ve bireysel gelişmelerin olması için daha çok asırlar gerekiyordu.

Daha önce belirttiğim gibi en temel şey beynini düşünmeye zorlayıp aklını kullanmaktır, çünkü o öğrenmenin olduğu gibi evrendeki var olmanın ve düzenin evrimleşmesindeki mekanizması ile bire bir uyum içindedir. Tanrı bunu barizce işaret ediyor; 'Evren ile aklın işleyişindeki mekanizmayı kullanırsan, o zaman evrenle uyum içinde olursun ve doğruları daha iyi ve çabuk algılarsın' diyor.

Kısacası, akıl ile çok sayıda perspektifleri bir araya getirip hareketlerimize en doğru şekli verebiliriz. Dolayısıyla ne evrenin en gelişmiş haline ve ne de aklın bize kazandıracağı en son medeniyete gelmişiz henüz. Yani, model toplum daha gelmedi; bu ancak akıl ve maneviyatın birleşiminden olur. Kişisel düzeyde aklımız evrimleşirken daha önce bahsettiğim iki yönlü trafiği dengeli bir sıklıkta takip ettiğimiz sürece gelişme kat ederiz. Akıl en önemli şeydir birey için, fakat maneviyata da yer olmalıdır, çünkü akıl etrafımız ile ilgili belirsizliği ancak öyle kapatabiliyor. Hiç birimiz en üst bilgi seviyesine ulaşamıyor, çünkü her zaman bir belirsizlik var ve her sorunun cevabını bilemiyoruz. Her ne kadar bazı filozoflar inancın bir esrar etkisi olduğunu söylemişse de bunun başkaları tarafından bir toplumu uyutmak için kullanıldığı durumları kastetmişlerdir. İşin gerçeği de çoğu zaman böyle olmuştur, ama bilgiçliğin ve bireysel kültürün yerleştiği bu çağda bu olasılık düşmüştür. Dünyada maneviyat (İngilizcesi ile Spirituality) hızlı bir şekilde artıyor ve bu artışı hızlandıran etkenlerden biri bilimdeki son gelişmelerdir. Kişisel düzeyde, inanç huzurlu ve olumlu düşünmenin kaynağı olmuştur çünkü o bazı perspektifleri idrak etmenin bir yoludur.

Velhasıl, bana göre bizi yaratan evrensel bir güç-otorite vardır; bu bildiğimiz her gücün ve varlığın üstünde bir güçtür. O sonsuz güce, evreni dizayn eden güce ben inanıyorum ve hiç bir dinin kirli çamaşırlarının beni o inançtan uzaklaştırmasını da istemiyorum. İçinde yetiştiğim din olan İslam'daki Tanrı kavramının da bilimsel tarife en yakın olduğuna inanıyorum ve peygamberlerin yaratanla iletişimine de inanıyorum. Yalnız onların da benim gibi sınırlı varlıklar olduğunu ve bilgilerinin yaşadıkları çağın kültürünün üstünde olmasına rağmen bugünkü bilgi çağının altında kaldığını düşünüyorum. Her irade sahibi insan kendini başkalarına murid ya da köle görmemeli. İnsan gibi mekaniksel bir robot yapmak trilyonlarca dolara mal olur; hatta imkansızdır. Bunun üstüne bir de ne olduğunu henüz anlayamadığımız ‘bilinç’ unsurunu da katarsanız, yaratanınız tarafından sizin ne kadar değerli olduğunuzu ve size verilen iradenin ne kadar değerli olduğunu anlarsınız. Eğer bugün size piyangodan 1 trilyon çıkarsa, yarın kimi takarsınız? Hangi insanın emrine girersiniz? Hiç kimsenin. İşte size trilyon trilyon değerinde verilen bu hayatta neden yaratanınız dışında başka insanlara boyun eğiyorsunuz? Başkalarını kendinize kılavuzalabilirsiniz (bilgiçliklerinden, iyi ahlaklarından ya da cesaretlerinden ötürü), ama sadece size o trilyonlar değerindeki hayatı verene güce minnet duyun ve şükredin.

İnanç bireysel bir hipotezdir ve kimse başkasını kendi hipotezine zorlayamaz. Dolayısıyla, dinler oluştukları çağlardaki haliyle bugünkü toplumsal yaşamın merkezine konamaz. Her duyduğunuz dinin ya da fikrin pratiğe dökülmüş hali yanlıştan soyutlanamaz ve bu yanlışlar yaşanan çağların kültürünü de absorbe edip bugüne gelmiştir. Bu olası yanlış ve uydurmalardan kendini soyutlamak için temel kavramlara sarılmak lazım. Asırlar öncesi hayata ve kültüre özenmenin hiç bir anlamı yok. Doğru olan şey geçmişin değerlerini zamanımıza ve medeniyetimize yer verdiği ölçüde entegre etmektir. Eskiden yaşanmış dinlerin ve felsefelerin temel karakterlerini bugüne taşımak ve onlara sonradan eklenen özellikleri de bu çağa ahenk sağlayacak şekilde akli bir süzgeçten geçirmek lazım. Sonunda olacak olan da budur. Asırlar öncesine özenip Yaratanın adına kafa kesen, esirlere tecavüz eden, 9-10 yaşında kızlarla evlenen sözüm ona dincilerin ve cihatçıların bu reformu hızlandıracağını sanıyorum. Çünkü onların bu pislikleri inananları bile dine ait zannedilen uydurmaları sorgulamasına ve keşfetmesine neden olmuştur.

Note: Bu yazdıklarımla kalbini kırabileceğim ya da değerlerini küçümsediğimi zanneden insanlar varsa hepsinden özür dilerim. Zira böyle bir niyetle yazmadım ve yazdıklarım doğru da olmayabilir. Bugünkü gözlemlerimi ve bulgularımı ifade ettim. Bana gelen yorumlar ya da fikirler sonunda ileride düşüncelerim değişebilir. Değişmeyecek bir şey varsa, o da bizleri yaratan bir Tanrının varlığına olan inancım ve onu her an hayatımda hissettiğim ve andığımdır. Bu inancıma akıl ve bilimsel yoldan vardım ve etrafımda onun doğruluğuna işaret eden bilgilerin haddi hesabı yoktur. Değişik düşünen inançlı ya da inançsız insanlarla hiç bir problemim yoktur ve başkalarına kendi fikrimi aşılamak için de yazmadım. Kendi özgür düşüncelerimi ifade ettim. İnsanın özgür iradesi, aklı ve bilinci ile yaşaması kadar önemli bir şey yoktur ve ‘kul hakkı’ kadar da hassas olması gerektiği bir konu yoktur. Başkasının kişisel, ailevi, ve ulusal derecelerdeki özgür alanlarına girenler kul hakkı yemişlerdir ve bunun da affedilmesi ancak özgürlüğü ihlal edilen tarafından yapılabilir.

Prof. Dr. Osman Yaşar,New York (oyasar6@icloud.com)

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.