
'Fiyasko' ve 'fidye'..
Geldiğimiz noktada: Musul'daki rehinelerimizin bir an önce serbest bırakılması -isterse çuvalla para karşılığı olsun-tüm ülke ve ulus olarak hiç kuşkusuz isteğimizdir ve kabulümüzdür.
CENGİZ ÇANDAR / RADİKAL
İnsan okuduğu bazı şeyleri ciddiye almaz, bazılarına önem verir. Duyduğu bazı şeyleri söyleyen kim olursa olsun- ciddiye almaz, bazılarını önemser. Tayyip Erdoğanın Ekmeleddin İhsanoğlu için söyledikleri bu kategoriye giriyordu.
İhsanoğlunun Mehmet Akifin kabri ziyaretinde okuduğu dizelere ilişkin olarak Tayyip Erdoğan o bilinen polemikçi uslûbuyla Bakın karıştırma değil, dil sürçmesi değil. İstiâlâl Marşı ile Çanakkale şehitlerinin şiirini ayırt edemeyecek kadar bu millete, bu topraklara yabancı. Babasına karşı da nankör., merhum Akife karşı da maalesef nankör. İstiklâl Marşını dahi bilmeyen bu aday
diye sözler sarfetmişti.
Görür görmez, Hadi canım dedim; Erdoğanın polemiğin de bir adâbı olduğunu umursamadığını, polemikte sınır tanımadığını biliyor olmama rağmen, bu kadarı fazlaydı. Bu sözlerini ciddiye alınır da bulmadım. Ekmeleddin İhsanoğlunu Kahire doğumlu olduğu için neredeyse Türk ve Türkiye kimliğinden ihraç etmeye kalkışan kendisiydi. İhsanoğlunun Kahire doğumlu olmasının sebebi, babasının Mehmet Akifin en yakın dostu olarak, İstiklâl Marşı şairiyle birlikte, Kahirede sürgünde yaşıyor olmasıydı.
Yani öyle bir polemik ki, duyan ve okuyan herhangi bir insanda insafın zerresi varsa, ciddiye almaz. Nitekim, Ekmeleddin İhsanoğlu da dün Hadi oradan canım diye tepki verdi dayanamayıp; Ben Mehmet Akifin en yakın arkadaşının oğluyum. Siz daha onu öğrenmeden ben onu daha anamın sütünü emerken öğrendim dedi.
Verilebilecek en zarif cevap olmalı. Bence, Erdoğanın sözlerinde daha da vahim olan, İhsanoğlunu babasına karşınankörlükle suçlaması. Bir evladın babasına ilişkin durumunu, onları hiç tanımayan birisinin bu dille tanımlamaya kalkışması kabulü mümkün olmayan bir had bilmezlik halidir aslında.
En iyisi, Tayyip Erdoğanın bu tür sakil sözlerini ciddiye almamak, üzerinde durmamak.
Ancak, yönettiği Türkiyeya dair dünyanın ciddiye aldığı şahsiyetlerin, merkezlerin, kurumların, yayın organlarının görüşlerini ciddiye almalıyız.
Örneğin, The Economistin bugün yayımlanan son sayısında, İstanbul ve Washington olmak üzere çift mahreçli veTürkiyenin Dış Politikası: Kötü Komşuluk başlıklı önemli bir yazı var. Yazının bir de Bölgenin en gaddar İslamcıları, ılımlı olanlarının canını acıtıyorlar şeklinde alt-başlığı var.
Alt-başlıkta kastedilen İDnin (eski IŞİD) Musulda Türkiyedeki AKP iktidarına vurduğu darbe. The Economistin yazısının çeşitli bölümleri, BBC Türkçede Economist: Türkiye yumuşak gücünü kaybetti başlığı altında yayımlandı.
BBC Türkçenin alıntısı, Dışişleri Ahmet Davutoğlu'na yönelik ciddi eleştiriler yer alıyor. Dergi yakın zamana kadar AB ile üyelik müzakerelerinde bir NATO üyesi olan Türkiye'nin , İslam ve demokrasinin bir arada yaşayabileceğine parlak bir örnek olarak gösterildiğini vurguluyor diye başlıyor ve The Economistin şu değerlendirmesine yer vererek devam ediyor: "Fakat kibir, Sünni mezhepçilik ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kötü kararlarının bir karışımı neticesinde, (Türkiye) yumuşak gücünü tüketti."
AKPnin en tepesinde özellikle 2011den sonra kendini gösteren kibir, birçok insan ile iktidarın arasının açılmasına yol açtığı gibi, Türkiyenin gücünün de gerek Ortadoğuda tüketilmesine ve Batıda ağırlığının ortadan kalkmasına ve dolayısıyla uluslararası politikada etkisinin silinmesine yol açmıştır.
Bu durumun baş müsebbibi olan kişi, şimdi, Türkiye halkından öncelikle ilk 5 yıl- 10 yıl boyunca, kendisi için mutlak iktidar talebinde bulunuyor.
Alma ihtimali azımsanmayacak ölçüde yüksek. Ne var ki, bu, çok yakın zamana kadar Erdoğanın icraatını hükümetin içinden izleyerek çok iyi görebilmiş olan ve bilen Ertuğrul Günayın önceki gün Tarafa verdiği demeçte söylediği gibi Türkiyenin selamete çıkmak yerine felâkete yol alması ihtimalini güçlendirecek.
Türkiyenin 2009da nereden 2014te nereye geldiğinin snapshotunu, The Economistin şu iki paragrafla çektiği Musul fotoğrafında bulabiliriz:
2009da güneşli bir Ekim günü Türkiyenin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olan Musulda ülkesinin başkonsolosluğunu açarken gururlu ışıldıyordu. Sizi kendimizin bir parçası olarak görüyoruz. Ben sizin de bakanınızım demişti. Sözleri, Türkiyenin Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğuya dolanan bir Sünni Müslüman yayın başında olacağı neo-Osmanlı rüyalarının ipucunu erkenden veriyordu.
Beş yıl sonra Türk Başkonsolosluğu, önceden Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak bilinen aşırı eğilimli bir grubun, İDnin (İslam Devleti) karargâhı oldu. Bu korkunç derecedeki gaddar grup, binaya 10 Haziranda saldırdı ve Başkonsolos dahil olmak üzere, ikisi bebek, Başkonsolosluk personelinin 49 kişisini tümüyle rehin aldı. Ramazan Bayramı ile birlikte serbest bırakılacakları umutları boşa çıktı. Cihatçıların Türkleri, Iraka yönelik muhtemel bir Batı askeri müdahalesine karşı canlı kalkan olarak kullandıkları söyleniyor
Böyle bir fiyaskonun, Türk dış politika tarihinin belki de en büyük fiyaskosunun üzerinde konuşmak ve tartışmak, Tayyip Erdoğanın 10 Ağustostaki cumhurbaşkanlığı kısmetine en ufak bir etkisi olmaması için yasaklanmış durumda.
Hatta, söz konusu fiyaskonun cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Tayyip Erdoğan lehinde kâra tahvil edilme ihtimali bile var. Kimliği bilinmeyen ama içerden bilgi aktardığı, yazdığı tweetlerin isabetiyle ilgi çeken bir Tweetçiden dün şu satırları okumak hayli ilginç:
IŞİD rehineler için 2 şart koşmuştu. Biri çuvalla paraydı ki verildi. Diğeri içerdeki El-Kaide mensuplarının salınması. 6 Ağustos bekleniyor.
Ciddiye alınmalı mı?
6 Ağustosta anlarız.
Bu arada, Radikalin kağıda basıldığı son günlerde, 15 Haziranda Ankara için IŞİD tehlikesi mi, Sünni isyanı mı? başlığı altında yayımlanmış yazımızın son bölümünü hatırlatalım:
İktidar sahipleri için IŞİDliler ve kimi müttefiklerinin, yaramaz ama yine de bir tür bizim çocuklar, bir şekilde görüşülüp söz geçirilebilecek unsurlar olarak algılanmış olabilecekleri ihtimalini dikkate almalıyız. Rehinelere zarar gelmeyeceğine dair, bizdeki iktidarın güçlü bir kanaate sahip bulunduğu anlaşılıyor. Eğer söz konusuysa- fidye rakamı üzerinde anlaşılmayacak bir şey olmayabilir.
Rehinelerin sağ salim Türkiyeye getirilmelerinin, AKP iktidarına seçim arifesinde sunacağı, daha doğrusu onların öyle kullanabileceği propaganda kozunun değerini düşünebiliyor musunuz?
Türkiyenin Musul Başkonsolosluğunun düşmesi ve bayrağın inmesiyle Türkiyenin bölgesel güç imajının yerlebir olmuş olması, iktidara, rehinelerimizin kısa vâde içinde yurda getirilmesinin sunacağı imkânın yanında kabul edilebilir bir zarar sayılabilir.
Bu satırlar ciddiye alınmalı mıydı?
Geldiğimiz noktada: Musuldaki rehinelerimizin bir an önce serbest bırakılması isterse çuvalla para karşılığı olsun- tüm ülke ve ulus olarak hiç kuşkusuz isteğimizdir ve kabulümüzdür.
Ama bunun için 10 Ağustosta Tayyip Erdoğana fidye ödemek gerekmez.
Musul fiyaskosunun Erdoğana ödenecek siyasi fidyeye dönüşecek bir konvertibilitesi olamaz.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.